Basın özgürlüğü ve ifade özgürlüğü kavramlarına ilişkin tartışmalar ülkemizde son 10 yıldır "siyasi iktidarın gazetecilere yönelik baskılarından şikayet etme" biçiminde yütülüyor.
İktidarı destekleyen basın, milli güvenliğe ve ülke çıkarlarına yönelik saldırıların bir kısmının medya eliyle yürütüldüğüne dikkat çekerek, meselenin özgürlüklerle ilgili olmadığı tezini savunuyor.
Muhalif tez ise "Basın ve ifade hürriyetine yönelik iktidar baskısı sebebiyle toplum neredeyse nefes alamaz hale geldi" şeklinde özetlenebilir.
Aynı olay ya da olgulardan toplumun farklı kesimlerinin farklı sonuçlar çıkarması tabiidir.
Ancak itirazların neredeyse tamamında açıkça değilse bile algıyı o biçimde oluşturacak ifadelerle "basın hürriyetine yönelik tehdit ve kısıtlamaların mevcut iktidar döneminde başladığı ve bu iktidarın gitmesiyle de ortadan kalkacağı" vurgusu yapılıyor.
Ya da geçmişin kötü örneklerinin bile "bu kadar şiddetli olmadığı" anlatılıyor. Örneğin mevcut iktidarın oylarını geriletmek için patronundan "ne puştluk biliyorsa yapma" talimatı aldığını övünçle anlatmasıyla tanınan bir gazeteci "Ben 12 Eylül'ü de gördüm ama bu kadar olmamıştı" demekte sakınca görmüyor. Gazetelerin, darbecilerin kontrollünde basıldığı dönemleri adeta aklayan anlatımlar, "mesele hakikaten basın özgürlüğü mü" dedirtiyor.
Tutuklu gazeteci sayıları üzerinden oluşturulan retoriklerdeki, "gazeteciler suç işlemez" ön kabulü ya da medya organlarına yönelik kısıtlamalara gösterilen (ya da gösterilmeyen) tepkilerdeki çifte standartlar da (Derin Tarih dergisinin toplatılmasının hiç bir akis yaratmaması gibi) samiyet sorgulamasını kaçınılmaz kılıyor. Oysa "basın özgürlüğü" ne bizim ülkemizle ne de mevcut iktidarın uygulamalarıyla sınırlı ele alınarak üzerinde kelam edilebilecek bir kavram.
Kendisini "medeniyetin ulaştığı son noktada" gören Batı'nın, menfaatleriyle çatıştığında temel insan hakları, demokrasi, açık toplum gibi değerlerden nasıl bir çırpıda uzaklaştığını unutmamak gerekiyor. Bu gerçeği dikkate almadan hak ve özgürlük taleplerinde kullanılan dil, Batı kamuoyunda Türkiye'yi 3. dünya ülkesi gibi göstermeye yönelik yürütülen yoğun propagandaya destek sağlamaktan öteye gitmiyor.
Yakın geçmişteki MİT tırları meselesinde Can Dündar'dan "Gerçeklerin üzerine korkusuzca giden kahraman gazeteci" yaratma kampanyasının, ne derece çürük argümanlara dayandığı zaman içinde ortaya çıktı. Anılan şahıs şimdi Almanya'da Türkiye karşıtı politikalar yürüten çevrelerden kahramanlık nişanı alıp, sosyal medya üzerinden ajitasyonlarına devam ederken, kendisini basın hürriyeti saikiyle destekleyenleri nasıl ofsayta düşürdüğünü görmek gerekiyor.
"Tırların durdurulması dünyanın her yerinde haberdir" demeyi sürdürenler ise sanırım "Tırların DAEŞ'e gittiğine dair elimde belge yoktu ama duyumlar vardı" biçimindeki ifadenin temel gazetecilik ilkelerinin hangi maddesiyle örtüştüğünü de izah etmeli.
Tanımı itibarıyla toplumu "enforme etme" misyonunu üstlenen medyanın pratikte, dezenformasyon (kirli bilgi) üretme, toplumları maniple etme ve gerçek dışı algı yaratma gibi amaçlar için yüz yıllardır vazgeçilmez bir araç olduğu gerçeğini gözardı etmeden temel kavramları ele almakta fayda var.