İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesinin Şike Davası’nda sanıkların yeniden yargılanma (iade-i muhakeme) ve infazın durdurulması talebini kabul etmesi 3 Temmuz 2011'den bu yana işleyen süreci adeta tersine çevirdi.
Bu karar, elbette söz konusu davanın sanıklarının beraat ettikleri ya da suçsuz bulundukları anlamına gelmiyor. Hatta, yeniden yargılanma talebini ve infazın durdurulmasını yani sanıkların tutuklanmamasını kabul eden mahkeme heyeti, "sanıklara kumpas kurulduğu " ve "tutanaklarda sahtecilik yapıldığı" iddiasını oybirliği ile reddetti.
Dolayısıyla Fenerbahçe cephesinin ortaya çıkan son durumu "kumpasın ortaya çıkması" biçiminde sunmaya çalışması pek bir anlam taşımıyor. Yine de yeniden yargılamanın kabulu, sürecin seyrini tersine çevirecek nitelikte. Zira bu dava en başından beri hukuki veçhesinden ziyade sosyal tarafıyla kamuoyunu meşgul ediyor ve "Fenerbahçe şike yaptı, hayır yapmadı" boyutuyla ele alınıyor.
Böyle olmasa Fenerbahçe camiası başkanını bu denli sahiplenmez, Aziz Yıldırım, spor aleminden temelli silinmesine yol açabilecek bir süreçten "yıkılmayan süper kahraman" gibi çıkmazdı.
3 Temmuzdan beri mahkemelerin, TFF'nin ve TFF'nin bağlı olduğu UEFA'nın şike davasına ilişkin kararları arasında bir senkronizasyon olmaması tarafların işine geldiği gibi algı oluşturmasına imkan sağlıyordu.
Özellikle Trabzonspor cephesi, TFF'yi ceza davasının sonucuna göre hareket etmemekle suçluyor, kupanın Fenerbahçe'de kalmasını sağlayan sportif yargılamayı tanımadığını ifade ediyordu. Trabzonspor kurmayları "Şampiyonluk kupamızı verin" kampanyası yürütürken yüksek perdeden "hak, adalet, hukuk, vicdan" kavramlarına vurgu yapıyordu.
Ancak Fenerbahçe 1-0 öndeyken malum sebeple tatil edilen maçın 3-0 hükmen Fenerbahçe lehine tescili kaçınılmazken bile ciddi ciddi "0-0'dan başlasın ve yeniden oynatılsın" talebinde bulunmaları, adalet anlayışlarının "Rabbena hep bana" prensibine dayandığını ortaya koymuştu. Derken, Sivasspor Başkanının, meşum sezonda Trabzonsporlu yöneticilerden teşvik primi önerisi geldiğini beyan etmesi meselenin masum bir adalet arayışı olmadığı şüphelerini daha da güçlendirmişti.
Şimdi 13. Ağır Ceza Mahkemesinin kararıyla "mahkemeden tescilli şikeciler" argümanı da düşmüş oldu. Fenerbahçe'yi yeniden Şampiyonlar Ligi'ne davet etme ihtimali pek mümkün gözükmese de UEFA'nın, söz konusu kararın metnini külüpten istemesi bile yeni dönemde psikolojik üstünlüğün Fenerbahçe'de olacağını gösteriyor.
Tabi bu arada, sürekli "Biz Türk futbolunu düşünüyoruz" diyen Galatasaray'ın yönetim kurulunun 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği kararın ardından adeta telaş içinde “Adı geçen hükümlüler, yeniden yargılama yoluyla beraat etseler dahi, bu karar; sportif hukuka göre, 2010-2011 sezonunda şike yapılmış olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir. Uluslararası yargı organlarında ceza verilmesine yol açan deliller, ‘Sportif’ hukukun dava dosyaları arasında ‘kıyamet gününe kadar’ en önemli kanıt olarak kalmaya devam edecektir. UEFA ve CAS dahil, bütün uluslararası kurullar, ülkelerin yerel mahkemelerinin kararlarıyla bağlı olmayıp, sportif cezaları, kendi bağımsız yargılamaları sonucu verdiklerini defalarca dile getirmiştir” açıklaması var.
Aslında açıklamanın yalnızca bu paragrafı bile "Türk futbolunu düşünüyoruz" savını çürütmeye yetiyor. UEFA ve CAS, sanıkların yargılandığı davaları, hatta fezlekeleri dikkate alarak karar vermişken, sportif yargılama (ister beğenin ister beğenmeyin) söz konusu sezonun şampiyonunu Fenerbahçe olarak ilan etmişken, "kıyamet gününe kadar şike yapılmış olduğu gerçeğinin değişmeyeceği" gibi ifadelerle meseleye doğrudan taraf olmak, "rakibin içinden bulunduğu durumdan artık yararlanamamak" korkusunun izlerini taşıyor.